18 Haziran 2009 Perşembe

Yuva

‘Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulamaz. Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!’

Çocukluğumdan beri bildiğim bu sözleri ne kadar anladığımı (yada anlamadığımı) bu günlerde yeni yeni farkediyorum. Prof.Dr. Mikdat KADIOĞLU'nun www.agaclar.net'deki makalesini okuduğumda, yukarıdaki paragraf benim için çok daha anlamlıydı. Çünkü daha bir kaç gün önce NTV Yeşil Ekran'da Home (Yuva) adlı belgeseli izlemiştim.

Eskiden beridir balık ve kara avı konusuna meraklıyımdır. Sevgili dostum İ. Halil Karslıoğlu ile ki kendisi aynı zamanda babam olur, birlikte ava çıkmayı, sakin bir su kenarında oturup balık tutarken sohbet etmeyi çok severim. Bu sohbetlerde tüm dünyada değilse bile en azından kendi bölgemizde doğal hayatın nasıl bozulduğunu, bu sorunlara nasıl çözüm üretileceği, en azından bizim neler yapabileceğimiz konusunda beyin fırtınası yaparız. Bizim yapabileceklerimiz konusunda eylem planlarımızı hayata geçirmek için çalışmayı da sürdürüyoruz.

Av ve doğa gezilerinde, şehir yaşamında farkedemeyeceğiniz bir çok gerçekle karşılaşırsınız. Çocukluğumda ördek avına gittiğimiz bazı yerler şu anda insanların bir birine çarpmadan yürümeye çalıştığı caddeler, ve yüksek binalarla dolu. Balık avladığımız bir çok yerde şimdi Villa Siteler var. Benim 34 yaşında olduğum düşünülürse çocukluğum pek de uzak bir zaman değil.

Eskiden toroslarda her ağacın altında küçük, temiz tatlı su derelerinin aktığı, insanların evlerine bu derelerden su getirdiği Fındık pınarı yayalasında (Adından ne kadar sulak olduğunu anlayabilirsiniz.) geçen yıl su bulamadık ve marketten hazır şişe su almak zorunda kaldık.

Fakat Home (Yuva) belgeselini seyrettikten sonra, bizim gördüklerimizin aslında devasa sorunun ne kadar küçük bir parçası olduğunu anladım.

İnsanoğlunda tehlike ile bire bir kaşılaşmadıkça tehlikeyi görmezden gelme, küçümseme gibi bir sorun var. Bu bir nevi savunma mekanizması olabilir. Çünkü her sorunu sürekli olarak yaşar ve korkarsak günlük yaşamımızı devam ettirecek gücü bulamayabilir ve gerekli odaklanmayı sağlayamayabiliriz. Fakat bu bir süre sonra umursamazlık sınırlarını aşar ve korkusuz, aç gözlü bireylere dönüşürsek, ki şu andaki en büyük sorunumuz da bu gibi görünüyor, o zaman tehlike gerçek olduğunda yapabileceğimiz birşey kalmayacak.

Günlük hayatta en çok karşılaştığım ve en çok kızdığım yaklışım şudur; Yahu dünyayı ben mi kurtaracağım. yada Bir benimle olmaz, ben kendimi sıkıntıya soksam bile herkes yapıyor, ne değişecek. Sizce de gerçekten böyle mi?. Umarım değildir. Evet, dünyayı sen kurtaracaksın. Ve en önemlisi Toplumun tamamının bir şeyi yanlış yapması, sizin de aynı yanlışı bilerek yapmanız için yeterli gerekçe değildir. Her bireyin yapacak birşeyleri var ve her birey küçük de olsa fark yaratacaktır. Az dediğimiz ücretlerimizle bir ömür geçirebiliyoruz. Kelebeğin kanat çırpışları gibi, biz de zamanla büyük etkiler yaratabiliriz.

Konu hakkında bu kadar öfkeli olmamın asıl nedeni sanırım dünya tatlısı kızlarım, Gülseren ve Yağmur. Belgeseli seyrederken, özellikle verilen tahmini süreleri dinlerken aklımdan geçen ilk soru İnsanlığın sonu ne olacak? değil Kızlarım o zaman kaç yaşında olacak? oldu. Daha sonra eşimle mutfakta oturmuş sohbet ederken, onun soruduğu ilk soru da.

Sorun çok uzağımızda değil. Bizim, biz paçayı kurtarsak bile, akşam kucağımıza alıp hikayeler anlattığımız, gülüp oynadığımız, çocuklarımızın bizzat yaşayacağı, ve oldukça sıkıntı çekeceği tehlikeler.

Sanırım hepimizin artık korkmasını gerektirecek kadar yüz yüze geldik tehlikeyle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder